20 Şubat 2014 Perşembe

KASTRO, KIYIKÖY VE İĞNEADA

30 Ağustos Zafer Bayramı cumaya denk gelip haftasonu tatili 3 güne çıkınca İstanbul'dan kaçmak şart oldu:) Araştırıp soruşturup Kastro-Kıyıköy-İğneada rotasında karar kıldık. Zaten İstanbul yakınlarında görmediğimiz pek bir yer kalmamıştı;)

İnternette Kastro'nun doğal güzelliklerini öve öve bitiremediklerinden bir gece Kastro'da kalmaya karar vermiştik ilk başta. Kastro Çamlıköy'de çadır kampı ve çadır pansiyondan başka alternatifiniz yok. Çadır olayını pek sevmesem de bir gecelik idare ederiz hem de itiraf edeyim ucuza gelir mantığıyla kabul etmiştim. Ama isabet olmuş ki -nedenini biraz sonra açıklayacağım- internette yazan telefon numarasına günlerce ulaşamadım. Ha ulaştım ha ulaşacağım derken ben konaklama işini son iki güne bırakınca aradığım hiçbir yerde de boş oda bulamadım.

Kafaya koymuştuk bir kere... Konaklama işini ayarlayamasak da günübirlik gezebildiğimiz kadar gezeriz deyip, cuma sabahı düştük yollara. Çıkışı Hadımköy'den yaptığımız için, yaklaşık 1,5 saatte Çerkezköy ve Saray üzerinden Kastro'ya vardık. Doğasına diyecek en ufak bir şey yok ama Kastro beni hayal kırıklığına uğrattı. İnsana huzur veren müthiş bir tabiatın ortasında rastgele kurulmuş irili ufaklı ve düzensiz bir sürü çadır, aralarda kapısından girmeye bile çekindiğim hijyenin h'sinden nasibini almamış derme çatma tuvaletler, arada bazı çadırlardan yükselen bangır bangır müzik sesi, bir şey yemeye cesaret edemediğim bir restaurant ve yanında bir çay bahçesi... Nasıl anlatsam bilemedim. Bu muhteşem doğa, ancak bu kadar kötü bir hizmet anlayışıyla heba edilebilirdi. İyi ki de telefonla ulaşamamışız dedik kendi kendimize ve belki de sezon sonu diye böyledir diye avutmaya çalıştık kendimizi.

Kastro'nun doğasını Ağva'ya benzettim. Dağların yeşilliklerin arasından akan bir derenin denizle buluşması... Upuzun bir kumsal...


Kastro sahili




Çadırların olduğu yerleri çekmediğimi sonradan fark ettim:) Evet çadır kamping de olmalı belki ama daha düzenli, daha temiz, daha organize olamaz mı? Ya da farklı seçenekler sunulamaz mı çadırda kalmak istemeyenlere? Ne bileyim pansiyon olur, bungalov olur...vs.

Kastro

Neyse sonuçta bana hitap etmedi, kafamda çok daha farklı, genelini üniversite öğrencileri gibi genç kesimin oluşturduğu, daha rahat kalınabilecek ve daha hijyenik bir yer bekliyordum. Olmadı... Bayağı atletli hatta peştemale sarılmış sakallı amcaların futbol oynadığı, bebek arabalarında bebeklerin uyuduğu, torunlu torbalı teyzelerin gelinlerini çekiştirdiği bir yerle karşılaştık:) Burda çadırlar öyle bir kaç günlüğüne kurulmuş gibi değil, sanırım insanlar yazlık niyetine aylarca kullanıyor olabilirler. Öyle ki soba kurulmuş, iki oda bir salon, bahçeli teraslı çadırlar bile vardı:)

Bir saat kaldık kalmadık, ayrıldık Kıyıköy'e gitmek üzere. Yemyeşil yollardan geçiyoruz. Ben Trakya'nın böyle yeşil olduğunu bilmiyordum bu geziye kadar. Uçsuz bucaksız sapsarı tarlaların içinde üç beş yeşil ağaç karesiyle dururdu yıllardır zihnimde.

Kastro'dan Kıyıköy yaklaşık yarım saat. Levhaları takip ederek rahatlıkla ulaşabiliyorsunuz. Kelimenin tam anlamıyla şirin bir sahil kasabasıyla karşı karşıyayız:)

Efsane Restaurant

Kıyıköy'de konaklamayı internetten arattığınızda karşınıza fotoğraflardan göründüğü kadarıyla pek de içaçıcı pansiyonlar çıkmıyor. Aramaya bile cesaret edemedim birçoğunu. Bir tek Kıyıköy Marina'yı bulmuştum, onda da yer yoktu. Ama Kıyıköy'e girdiğimizde pek çok pansiyonla karşılaştık. İçlerine girmedik ama Kıyıköy girişindeki Özgül Hotel gayet güzel bir yere benziyordu. Öncesinde internetten görebilseydim şansımı burdan yana kullanabilirdim. Bir de Kıyıköy'ün merkezinden ilerlediğinizde yol sonunda karşınıza çıkan, ki bizim öğle yemeği için tercih ettiğimiz, muhteşem manzarasıyla Efsane Restaurant var. Kendilerinin pansiyon olarak kiraya verdikleri odaları da mevcut. Lakin sanırım bir internet siteleri yok. Konaklama için tercih edilebilir. Ancak yediğimiz yemeklerin beklentimizin altında kaldığını söylemeden geçemem. Lezzetsiz ve lastik gibi bir kalamar-sanırım dondurulmuştu- 20'şer TL ödediğimiz ama birşeye benzemeyen palamut ve istavrit. Sonrasında yine dondurulmuş ve kızartılırken yakılmış patates kızartması... Bence böyle bir balıkçı kasabasına yakışmayan bir hizmet ve ederinden fazla hesaptı... Belki sadece birşeyler içmek ve manzaranın keyfini çıkarmak için tercih edilebilir ama yemek yemek için kesinlikle düşünmeyin..

Kıyıköy'de biraz fazla vakit geçirmek, Kıyıköy'ü yaşamak için bir gece kalınabilir ama sanırım fazlası yeterince sıkıcı olabilir. Biz öğle saatlerinde gidip, hava kararmadan ayrıldık.


Kıyıköy de konum itibariyle Şile'yi anımsattı bana. Kayalıkların tepesine kurulmuş, altta bir dalgakıran, balıkçı barınakları ve yer yer kayalıklı bir kumsal... Denize dökülen Kazandere ve Pabuçdere bu şirin köye ayrı bir hava katıyor. Aşıklar Tepesinden Kıyıköy'ü, derelerini ve asi Karadenizi gözlemleyebilir, Efsane Restaurant ya da tepelere konuşlanmış diğer restaurant veya cafelerde oturup, manzaranın tadını çıkarabilir, asi dalgaların vurduğu kumsalda yürüyüş yapabilir, Aya Nikola Manastırı'nı gezebilirsiniz.

Kıyıköy dereleri
Gelelim benim en çok beğendiğim İğneada'ya :) Kıyıköy çıkışında, dükkanının önünde oturan amcaya İğneada yolunu sorduğumuzda, "Nerden geliyonuz? Niye İğneada'ya gidiyonuz? Uzak ama orası? Kıyıköy'ü sevmediniz mi?" diye ardı ardına sıraladığı sorularından oluşan sınavı başarıyla geçtikten sonra, Hamidiye Köyü ve Demirköy üzerinden İğneada'ya gidebileceğimiz bilgisine erişmiş olduk:) Siz şu dakikadan sonra kendinizi şanslı sayabilirsiniz :)
Yine yemyeşil yollardan geçip yaklaşık 1,5 saat sonra İğneada'ya vardığımızda akşam saatlerine yaklaşmak üzereydik. İğneada, Kıyıköy'e oranla çok daha turistik ve büyük. Aslında belki karşılaştırmak yanlış olur, biri bildiğiniz köy biri ise sahil beldesi. Akşamları turistik pazarın kurulduğu, kebapçıların, cafelerin, dondurmacıların olduğu, geceyi bile kumsalda rahatlıkla geçirebileceğiniz sevimli bir belde burası. Sahiline hayran kalmamak elde değil. İnsan kendini Ege'nin kumsallarında hissediyor. Hatta belki Ege'de Akdeniz'de bile bu kadar uzun (20 km. olduğunu okudum) kumsal bulamayabilirsiniz:)
Arabamızı merkeze park ettiğimizde, geceyi İğneada'da geçirmeyi kafamıza koymuştuk. Ancak bu yoğunlukta boş oda bulup bulamayacağımızdan emin değildik. İkinci girdiğimiz Karaca Pansiyon'un giriş katındaki 70 TL'lik karanlık dairesini gördüğümüzde (temizliğinden emin olamadığım buruşuk pembe çarşaflar ve ruh karartıcı bir banyo da cabası) eşimle birbirimize bakıp, arabada yatmaktan iyidir diye düşünerek çaresizce kabul ettik. Bir gece idare edecektik artık. Yalnız biz bir gece konaklayacağımızı söyleyince çocuğun yüzündeki sevimsiz ifade, zaten isteksiz olan bizi hepten soğuttu:( Arabadan eşyalarımızı almaya giderken son anda karar verip girdiğimiz Akkuş Otel'de son kalan 2 odadan birini 100 TL'ye ayarlayınca keyfimiz yerine geldi ve attık kendimizi İğneada sokaklarına. Artık Karaca Pansiyon'dakiler de kendilerine daha uzun süre konaklayacak başka müşteriler bulsunlar napalım...

Limandan günbatımı manzarası

İlk olarak İğneada Limanı'na gittik. Son derece romantik günbatımı manzaralarına şahit olduk sevgilimle... Limana giderseniz mutlaka yolun sonuna kadar ilerleyin. Orada sizi, çok da fazla kimsenin bilmediği, ıssız bir kumsal bekliyor olacak (Limanköy Plajı). Issızlığı belki de bizim gittiğimiz mevsim itibariyle olabilir ama böyleyken çok güzeldi...Denize girmek için de biçilmiş kaftan.

İğneada Limanının sonundaki ıssız kumsal;)




Karanlık çöktü mü sahilde kurulan pazarı gezebilir ya da keyifle bir nargile tüttürmek için İstanbul tophaneden sonra İğneada'da nargile & çay bahçesi açan abinin yerinde (Yörük Nargile) nargile-çay içebilirsiniz. İstanbul'da işletme sahibi olmasından mıdır bilmem, hizmet kalitesindeki farkı gözle görülür şekilde hissediyorsunuz.

Gece kumsalda oturmak da acayip keyifli oluyor, benden söylemesi. Ama üstünüze kalın birşeyler almayı ihmal etmeyin. Gündüzü ile gecesi arasında hatrı sayılır bir sıcaklık farkı var.

İğneada Plajı
Beğendik Plajında Kamping;)

 
Beğendik Plajı
Güzel bir uykunun ve otelde ettiğimiz -olmasa da olur- kahvaltının ardından İğneada'dan Beğendik Köyü'ne doğru yola çıkıyoruz Bulgaristan sınırını görmek üzere. Ve karşımıza çıkan manzaraları görünce, geceyi İğneada'da geçirip kendimize buraları görme fırsatı tanımakla ne kadar isabetli bir karar verdiğimizi anlıyoruz. Upuzun ve geniş bir kumsal düşünün kimselerin olmadığı, sadece size tahsis edilmiş gibi, pırıl pırıl parlayan bir güneş, kumsala vuran dalgalar ve yanıbaşınızda sevimli bir Bulgar Köyü. Tabi çok yaklaşamıyorsunuz. Eskiden sınıra kadar gidilebiliyormuş ancak artık asker yaklaşık 1 km. kadar geride nöbet bekliyor ve o bölgeye girmeye izin verilmiyormuş. Denemedik tabi;) Bu arada plajın girişinde derme çatma bir restaurant var. Yazılara bakılacak olursa tenekede tavuk yapıyorlarmış. Merak ettik ama cesaret edemedik haliyle, deneyen deneyimlerini paylaşırsa sevinirim:)

Kumsaldaki yürüyüşün ardından ver elini İğneada longozları.. Longoz nedir diyecek olursanız -ki ben de yeni öğrendim- dünya üzerinde nadir bulunan ve denize dökülen derelerin önü az yağış alan mevsimlerde deniz kumuyla kapanınca dere suyunun geriye doğru birikerek oluşturduğu göletler ve bu sularla beslenen ağaçların oluşturduğu bir orman türü. Anladığım kadarıyla epey zengin bir doğal yaşama ev sahipliği yapıyorlar.

Longozların içinde yedi tane göl olmasına rağmen sağolsunlar lütfedip bir tane bile tabela koymadıkları için gölleri görme fırsatımız olmadı:) Koskoca ormanda bir o yoldan bir bu yoldan dolaşıp ana yola geri çıktık:) Bir tek en yakındaki Mert Gölü'ne ulaşmak üzereydik ki onun patika yolu da derin su birikintilerine teslim olduğu için geçmek nasip olmadı:) Orman içinde insanlar arabalarla sürekli birbirini durdurup "abi sen görebildin mi şu gölleri?" diye sorup bir umut ışığı besleseler de 1 saat boyunca gezdiğimiz halde göle ulaşabilen bir insana rastlamadık:) Ben neredeyse bu göllerin şehir efsanesi olduğunu düşünmek üzereyim:) Ulaşabilen beri gelsin..

Madem gölleri göremedik, Dupnisa Mağarası'na geç kalmayalım bari deyip apar topar Demirköy üzerinden mağaranın yolunu tuttuk. Istrancaların arasından dar ve virajlı köy yollarından geçip 1 saate yakın bir yolculuk sonrası Dupnisa'ya vardık. Girişte bulunan derme çatma cafede yediğim sucuk ekmek ve çayın tadı damağımda, sanırım çok acıkmıştım:)

Girişinin kişi başı 3 TL olduğu Trakya'nın en büyük, Türkiye'nin en uzun mağarası gerçekten çok görkemli. Kapısından girerken üzerinize soğuk hava dalgası çarpıyor resmen. Dışarıda sıcaklık 25 dereceyken kendimizi bir anda donarken bulduk. İçerisi yaz kış 10 dereceymiş. İlk girdiğiniz kısım sulu mağara diye adlandırılıyor. İçinden bir dere geçiyor. Biz yapılan yürüme yolunun üzerinden suya girmeden yürüyoruz. İlerleyip merdivenleri çıktığınızda kuru mağaraya giriyorsunuz. Burası nispeten sıcak, 17 derece. Bir de o merdivenleri çıkmış olmanın verdiği hararetle üşümüyoruz artık:) Yarasaların panik halinde uçuşlarını izliyoruz. Özellikle kuru mağaradaki sarkıt ve dikitler gerçekten birer yeraltı doğa harikası... Görülmeye değer.. İsterseniz mağaranın içinden geri çıkıyorsunuz, isterseniz çıktığınız kapıdan dağdan ormandan aşağı iniyorsunuz. Yani bize girişteki güvenlik böyle söyledi:) Ancak mağaranın çıkışında ne bir tabela var ne de görünürlerde bir şey. Biraz hislerimizi kullanarak, biraz da insanların ayak izlerinden oluşmuş minik patikaları ve jeneratör sesini takip ederek aşağıya iniyoruz:) Ve mutlu son:)

Şimdi özetlersek Trakya'nın kuzey kıyıları gezisinden bize kalan;

1. Kastro, müthiş doğal güzellikleri olan bir yer ama az da olsa hijyen arayan birileri için hiç mi hiç uygun değil, çadırdan başka konaklama alternatifiniz yok ve hizmet kalitesi yerlerde...
2. Kıyıköy, sevimli bir balıkçı kasabası ama çok lezzetli balıklar yiyeceğiniz yerler hayal etmeyin.
3. İğneada, upuzun kumsallarıyla Trakya'nın kesinlikle görülmeye değer bir sahil beldesi.
4. Trakya'nın kuzey kıyılarında çok lüks ve çok pahalı oteller aramayın, bulduğunuz uygun fiyatlı pansiyon ve motellerde ise konfor ve hijyen aramayın.
5. Trakya insanı turizm sektörü için henüz yeterince hazır değil, bu sebeple beklentilerinizi düşük tutun.
6. Önceden ayarlamayıp çat kapı gittiğinizde, bayramda seyranda bile olsa, % 90 konaklayacak bir yer bulabilirsiniz. Hem de odaları görerek karar verebileceğiniz için kafanıza göre bir yer bulma olasılığınız yükselir.

Bir sonraki gezide görüşmek üzere;)






BOLU

Bu yıl 14 Şubatta şöyle sevgilimle başbaşa sessiz sakin doğayla içiçe bir tatil hayal ettim. Tam da hayal ettiğim gibi bir kaçamak oldu;)

Bolu, işten çok fazla ayrı kalmak istemeyen ama iki gün de olsa kafa dağıtmaya, kendiyle, ailesiyle başbaşa kalmaya ihtiyaç duyanlar için biçilmiş kaftan. İstanbul'a yakın ama büyükşehir karmaşasından uzak, kendi halinde, sessiz, dingin...

Tam üç buçuk saat sürdü Bolu Mengen'deki Hindiba Pansiyon'a varmamız. İki gece için yer ayırtmıştık yaklaşık 10 gün önceden. 9 adet taş, 3 adet bungalov odası bulunan butik otel tadında pansiyonumuz o kadar sevimli ve huzurlu ki anlatılmaz yaşanır cinsten.

 
 

Biz bungalovda kaldık. İyi de bir tercih yaptığımızı gidince anladık. Malum şubat soğuğunda taş odaların bir miktar ısınma problemi olduğunu duyduk. Gerçi onlarda da soba yakılıyormuş. Onun da güzelliği ayrı tabi. Ama biz yukarıda gördüğünüz minik ve şirin bungalovumuzdan çok memnun kaldık.

Misafir yoğunluğuna göre sabah kahvaltısı ve akşam yemekleri açıkbüfe ya da masaya serpme şeklinde verilebiliyor. Ama yediğiniz birçok ürün doğal ve çok lezzetli.

Öyle aktivite maktivite aramayın hiç. Özellikle de bizim gibi şubatın ortasında gidiyorsanız. Yiyip içip uyuyacaksınız, bol bol yürüyüş, hamakta sallanmak ve gazete-kitap okumak da cabası... Daha ne olsun?.. Yazın ya da baharda giderseniz muhtemelen daha hareketli bir gün geçirebilirsiniz. Gece yağmur ya da kardan nasibinizi almazsanız orta alanda yakılan ateşbaşında sucuk ve şarap keyfi yapabilirsiniz. Şiddetle tavsiye edilir;) Sucukların tadı hala damağımda... Havanın yağışlı ya da soğuk olması durumunda bir alternatifiniz de içerde şömine başında birşeyler içip film seyretmek. Sinema odası çok güzel, kocaman perde, ses sistemi... vs. ama filminizi götürmenizi öneriyorum. O kısıtlı arşivden öyle bir film seçmişiz ki tam bir facia....

Sabah penceremizden güzel bir güne merhaba dedikten sonra kahvaltı ve gazete okuma keyfinin ardından yollara düştük. Hindiba Pansiyon yolundan devam ederek 1,5 saat sonra yedigöllere vardık. Bizden başka kimseler yoktu. Zaten Bolu-Yedigöller yolu kardan kapalı olduğu için herhalde kimse Mengen üzerinden dolaşıp bu cennete gelme zahmetine katlanamamıştı. İsabet olmuştu:) 2 saat gezdik dolaştık bekçi dışında kimseleri görmedik koskoca milli parkta.

 
Yedigöllerden çıkıp tekrar Hindiba'ya döndüğümüzde saat 16.00 olmuştu. Ve bu saatte otelde yapabileceğimiz en güzel şeyi yaptık. Mışıl mışıl uyuduk:) Taa ki akşam yemeği saati gelene kadar:)

İkinci gecemizde yağmur dolayısıyla içeride film seyretmeyi tercih ettik.

Ertesi gün kahvaltının ardından düştük yine yollara. Her güzel şey çabuk biter diye boşuna dememişler. Mengen üzerinde Bolu'ya ordan E5'ten devam edip Gölcük Tabiat Parkı'na ulaştık. Hani şu Abant'ın simgesi olan ama aslında Abnat'la ilgisi olmayan, durgun bir göl kenarında ahşap iki katlı bir ev fotoğrafıyla akıllara kazınan manzara. İşte orası Gölcük. Rüya gibi, masal gibi...

İsterseniz mangal yakabilir, pikniğinizi yapabilir ya da Gazella Restaurant'ta göl kenarında oturup çayınızı şarabınızı yudumlayıp bu masalsı güzelliğin tadını çıkarabilirsiniz.Gölün etrafında tam tur atabileceğiniz yürüyüş parkuru mevcut. Biz 1.2km.lik parkuru yürüyüp oksijeni olabildiğince ciğerlerimize depoladıktan sonra göl kenarında birşeyler içip maalesef bu manzaradan ayrıldık.

Ve her zamanki gibi tam 3 saat sonra İstanbul'un o karmaşık, gürültülü, yorgun trafiğinin kucağında bulduk kendimizi;)

Herşeye rağmen inanılmaz huzur dolu iki gün geçirdik. Tam anlamıyla 14 Şubata da yakışır oldu;) Siz de kendinize bir iyilik yapın ve bir geceliğine de olsa hayatın tüm stresinizi arkanızda bırakın.

Bir sonraki seyahatte görüşmek üzere...