14 Eylül 2017 Perşembe

AMSTERDAM

İnsan gezmeye bir kere başlayınca bağımlılık yapıyor. Daha bir seyahat bitmeden sonrakini planlamaya başlıyor. Uzun zaman bir yere gitmeyince eksik hissediyor sanki kendini. İşte böyle bir hissin sonucunda doğdu Amsterdam gezisi.

Yurtdışı vaktim geldi dediğimde eşim, 2 yaşındaki oğlumuzu ananesine bırakıp gitmeyi teklif etti. Kısa bir süre kararsızlık yaşadım evet. Ama oğlumun da ananesiyle yazlıkta 3 gün deniz keyfi yapacağı düşüncesi içimi ferahlattı. İyi ki de gitmişiz diyorum şimdi. Evet çocukla gezmek güzel, ama Amsterdam'ın gecesini gündüzünü yaşamak istediğim için çocuksuz gitmeyi tercih ettim. Çocuklular için de gayet uygun bir şehir bence. Hem bebek arabasıyla rahatlıkla gezebilirsiniz şehri, hem de çocuklar için eğlenceli parklar aktiviteler mevcut.

ULAŞIM VE KONAKLAMA

Türk Hava Yolları ile Amsterdam Schiphol Havaalanına indiğimizde saat 15.00 civarıydı. Trene atladığımız gibi şehrin ana istasyonu Centraal Station'ın yolunu tuttuk. İnternetten rezervasyon yaptırdığımız İbis Stopera Hotel, Central Stationa 2 durak uzaklıktaydı, yürüyerek 15 dakika. Amsterdam merkezde oteller gerçekten çok pahalı, şehrin biraz dışında çok şık ve temiz otelleri daha ucuza bulabiliyorsunuz ama biz hem merkezi hem ekonomik olsun diyerek accorgrup kartımız olduğu için %10 indirim hakkımızın da olduğu İbis Stoperayı seçtik. Tabi ki en uygun konaklama seçeneğinin hosteller olduğunu söylemeye gerek yok.

Bavulları bırakır bırakmaz attık kendimizi sokaklara. Şehir içi otobüs, metro ve tramvaylarda sınırsız geçiş sağlayan 3 günlük kartımızı almış olsak da biz şehri ayaklarımıza kara sular inene kadar yürüyerek gezmeyi tercih ettik. Ama bir sonraki şehir turumuzda paraya kıyıp ayağıma en kaliteli ve rahatından profesyonel bir yürüyüş ayakkabısı almam lazım:) İsterseniz günlük ya da saatlik bisiklet de kiralayabilirsiniz. Şehrin her köşesinde ayrı keyif her köşesinde ayrı manzara... Tablo gibi her sokak, sokaklar boyunca uzanan kanallar, kanalların üzerinde sayısız köprü... 

İlk etapta şehir diğer Avrupa şehirlerine göre karmaşık gözükse de özellikle yürüyerek gezdiğinizde bir süre sonra aynı yerlerden geçtikçe şehrin örümcek ağı formundaki sokaklarını çözüyorsunuz. 




YAPILAŞMA

800 bin nüfuslu Amsterdam'da neredeyse yeni bina görmek imkansız. Hepsi az katlı çünkü şehrin zemini yüksek yapılaşmaya müsait değil. Hatta kanalların çevresinde gördüğünüz çoğu ev bir tarafa yatmış durumda. Oturmaya müsait zemin yapısından dolayı evleri genellikle alçak katlı ve bol pencereli yapıyorlarmış. Dar merdivenlerden eşya taşımak mümkün olmadığı için bütün evlerin çatısında bir taşıma kirişi var eşyaları cepheden makarayla çıkarabilmek için. Ve eşya çıkarırken cepheye ve pencerelere zarar vermesin diye biraz da öne doğru eğimli yapılmış bir çok bina. Hatta bu binalar yapılırken bu eğimi abartanlar olunca devlet buna sınırlama getirmiş. 


1900lü yılların ikinci yarısında artan arsa değerleri sebebiyle müteahhitler yeni yapılaşma için düğmeye bastığında, şehir halkı sokaklara dökülmüş, tarihi binaların etrafına barikatlar kurmuş tarihi doku zarar görecek diye. İnsan bazen niye bizim ülkemizde de böyle bir zihniyet yok diye düşünmeden edemiyor. Şehrin karşı karşıya kaldığı tüm sorunlara bir çözüm bulmakta gecikmemiş halk. Artan nüfusa bağlı olarak başlayan konut ihtiyacını yüzen evlerle, trafik sorununu ise bisikletlerle çözmüşler. Bugün şehirde 1 milyona yakın bisiklet, kanallarda ise yaklaşık 2500 tane yüzen ev varmış. Bu evlerin hepsi adrese kayıtlı, kanalizasyon, su, şehir elektriği bağlantılı. 
Mesleki deformasyon mu demeli algıda seçicilik mi gittiğim her yerde ilk yapılaşma ve kentsel planlamayı incelemeye başlıyorum. Biraz suyunu çıkarmış olabilirim:)

HAVA DURUMU 

Siz siz olun Amsterdam'ın Türkiye'ye göre epey bir kuzeyde olduğunu hesaba katarak valiz hazırlayın. Benim gibi öyle kolsuz elbiseler alıp "amaaan canım alıveririm üzerime ince bir hırka ne var donacak mıyız" derseniz donarsınız:) 19 Ağustosta gitmemize rağmen akşamları insanlar ince montlarla geziyordu. Ben mi? Tabi ki elbiselerimi giyemedim. Bir tane sweatshirt götürmüştüm. 3 gece aynı kıyafetle fotoğraf olmaz diye bir tane de oradan pazardan aldım. Ne yapayım kadın olmak böyle bir şey. 🙈 

GEZİLİP GÖRÜLECEK YERLER 

Biz özellikle böyle 3-4 günlük şehir gezilerinde tarih ve sanat müzelerine çok fazla vakit ayırmayıp şehrin sokaklarının havasını solumayı tercih etsek de Amsterdam'da gezilecek çok müze olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Özellikle görmek istediğim tek müze vardı Anne Frank. Ona da uzun kuyruklar sebebiyle giremedik. Önceden internetten bilet almakta fayda var. Biz çok fazla araştırmadan gittiğimiz için bu detayı atlamışız. 2. dünya savaşında Yahudi soykırımından kaçarak bir çatı odasında ailesiyle 2 yıl yaşam mücadelesi veren sonrasında ise yakalanarak toplama kampına gönderilen Anne Frank'ın saklandığı ev müze haline getirilmiş. Hikayesi bile etkileyiciydi ama göremedik maalesef. Amsterdam'a bir daha gelmek için bir sebebimiz daha var artık.

Onun dışında Madame Tussaud's Balmumu MüzesiVan Gogh MüzesiRijksmuseum, Body World, Stedelijk Müzesi  gibi müzeler bir sonraki gelişimde gezmek istediğim fakat bu seferlik şehir turundan fırsat bulamadığım müzeler arasında. Gerçekten ilgi alanına girenler için hepsine 3-5 saat ayrı ayrı ayırmak lazım.


Museumplein; Rijksmuseum, Stedelijk gibi müzelerin, aynı zamanda meşhur I Amsterdam yazısının da bulunduğu müzeler meydanı. Müze gezmedik ama yemyeşil çimlerde şarabımızı içmeyi ihmal etmedik;) Her zaman var mı yoksa bize mi rastladı bilmiyorum ama panayır gibi bir organizasyon vardı. Yiyecek-içecek standları, hediyelik eşyalar ...vs. Aldık take-away makarnamızı şarabımızı arada bir bulutların arasından gülümseyen güneşe karşı yayıldık çimlere.

Dam Meydanı sıkça adını duyduğumuz beklentimin epeyce yüksek olduğu şehir meydanı. Ama hakkında anlatılacak çok fazla birşeyim yok. Kraliyet sarayının ve Madame Tussaud Müzesinin de bulunduğu yer şehrin göbeği zaten illa ki içinden geçiyorsunuz.

Heineken Experience, iyi ki gelmişiz dedirten eğlenceli bir geziydi gerçekten. 16 euroya 3 biranın dışında eğlenceli bir tur da cabası. Çıkışta kafalar güzel, yola devam;) Amsterdam'da yapabileceğiniz en ekonomik ve eğlenceli aktivite belki de.

Vondelpark, genelde tüm Avrupa şehirlerinde olduğu gibi şehrin göbeğinde dinlenip huzur bulacağınız yemyeşil bir park. Çocuklular için iyi bir alternatif. 

Ve tabi ki kanal turu... Kanallar üzerine kurulu bu şehri bir de suyun üzerinden görmeden olmaz. Her yerde tur acentaları var zaten. Kalabalık ya da başbaşa, yemekli yemeksiz, pahalı ya da ekonomik çok sayıda tur seçeneğiniz var.


Waterlooplein ve Nieuwmarkt duraklarında büyük pazarlar kuruluyor. Bunları da gitmişken görmenizi  tavsiye ederim.

Science Center Nemo ise kanal turunda önünden geçeceğiniz, bakır kaplı dış cephesinin zamanla oksitlenerek yeşil rengini aldığı büyük bina, 5 katlı bir bilim müzesi. Gezmeye vaktimiz kalmadı ama son gün terasına çıktık. Çok eğlenceli gözüken, anladığım kadarıyla bizim Rahmi Koç Müzesi tadında, gidemediğim için üzüldüğüm bu müze çocuklu aileler için de biçilmiş kaftan.

GECE HAYATI +18 ETKİNLİKLER

İşte bu... Amsterdam'a çocuksuz gitmeyi tercih etme sebebim, itiraf ediyorum. Çoğunuzun bildiği Red Light District, o cüce hikayelerine konu olan şu meşhur mantarlar, kekler, daha neler neler...

Amsterdam tam anlamıyla özgürlükler şehri. Birçok şey serbest gibi görünse de sıkı kontroller altında. İnsanların bu derece özgür olduğu bu şehirde, kaldığımız 3 gece boyunca en ufak bir taşkınlık, tartışma ya da bir kavgaya vs rastlamadık. 


Coffee shopların en ünlü ve en eskisi red lightta bulunan Bulldog. Şu meşhur kekler derseniz tat olarak bildiğiniz anne keki:) 2.den itibaren iyi baş dönmeleri yaptığı kesintisiz gülme krizlerine sebep olduğu söylense de benim için hala şehir efsanesi olma özelliğini koruyor zira 1,5 kek yememe rağmen herhangi bir etkisini hissetmedim. Yaklaşık 2,5 saat sonra yatarkenki baş dönmesini saymazsak;) Sanırım geri kalan etkisini uykumun arasında hissetmedim:) Zamanlamayı iyi yapmak gerekiyor. Bir de fazla emniyetli bir partneriniz varsa önce ona yedirin ki sizi engelleyemesin :)) .

Bu arada coffee shoplarda içki satılmıyor, zaten kekle birlikte içki içilmesi önerilmiyor. Sigara içmek de yasak, hatta bir kısmında girerken çantalar aranıyor. İçerde envai çeşit malum tütünlerden seçip deneyebilirsiniz. Ama ürün konusunda bilginiz yoksa ve yanınızda da bilen biriyle gitmiyorsanız öncesinde biraz araştırma yapsanız iyi olur. Çünkü baya kapsamlı bir tütün menüsü var. Biz uzun bir süre menüyle bakıştık öyle...


Red Light, daha çok geceleri dar sokaklarda genç-yaşlı, güzel-çirkin bir çok kadının vitrinlerde bedenini sergilediği, seks tiyatrolarının, erotik shopların olduğu bir bölge. Ben gitmeden yalnızca bir sokaktan ibaret sanıyordum yanılmışım. 

Dünyanın dört bir tarafından gelmiş seks işçisi kadınlar, camın arkasında davetkar tavırlarla, 15 dakika zaman geçirip 50 euro kazanacakları adamları bekliyorlar. Adam istediğinde cam kapı açılıyor, kadınla pazarlık aşamasında anlaşırsa adam içeri giriyor ve perde kapanıyor... Gerçekten şahit olmak bile enterasan. O kadar turistik bir bölge ki belki erkekten çok kadın var.


Bu bölgede bulunan Museum of Prostutition (Fahişelik Müzesi), Sex Museum, Erotic Museum gibi müzeleri gezebilirsiniz. Museum of Prostitution beni gerçekten etkiledi çünkü çalışan kadınların bıraktığı notlarla, hayat hikayeleri ve yaşam tarzlarıyla ilgili ilginç bilgiler ediniyorsunuz. Bu bölgede bulunuyorsanız bu kadın turizmine bir de onların gözüyle bakmalısınız. Hatta Polonyalı bir kadının "üzgünüm, çünkü annem yaptığım işi bilmiyor" notu resmen gözlerimi doldurmuştu.

Seks Tiyatrosuna, internetten okuduğumuz yorumlardan sonra gitmekten vazgeçtik. En ünlüleri Casa Rosso ve Moulin Rouge. Kişi başı 45 euroya sahnede seks yapan çiftleri, dans eden kadınları izleyebiliyorsunuz. Seçim sizin.

Bir de bize gerçekten garip gelen bir deneyimden bahsetmek istiyorum. Red Light'ta Casa Rosso ile aynı hizada Sex Palace diye bir yer var. İçerde karşınıza çıkan iki kişinin zor sığacağı kabinlere girip 2 euro attığınızda önünüzdeki buğulu camın buğusu kalkıyor ve daire şeklinde sıralanmış kabinlerin ortasında dönen yataktaki bir çiftin seksini izliyorsunuz. 1,5 dakika içinde kabin ışığı sönüp cam tekrar buğulanıyor. İşin ilginç yanı ortadaki çiftle beraber kabinlerden izleyenleri de görebiliyorsunuz. Tabi ki ortadaki çift de sizi görüyor. Belki buraya kadar normal karşıladınız. Çıktığımda adam ve kadının bu olayı bu ortamda ve gözler önünde kaç dakika sürdürebileceğini düşündüm. 2-3 saat kadar gezip otelimize dönmeden önce merakıma yenilip tekrar girdiğimizde aynı çiftin aynı şekilde devam ettiğini gördük. Yüzlerindeki umutsuzluk ve bıkkınlık ifadesi o kadar netti ki :( Saniyesinde çıktık ve keşke ikinciye gelip de şahit olmasaydık dedik.

Gece eğlencesi için şehrin en hareketli meydanları Rembrandplein ve Leidseplein. Buralarda çok sayıda bar, gece kulübü ve smokey cafelere rastlayabilirsiniz. 

YAKIN YERLER

Amsterdam'daki  hareketli şehir hayatına doyarsanız ve vaktiniz de varsa çevrede Hollanda'nın o sakin kasabalarını görmek için çok seçenek var.  Centraal Station'dan alacağınız 10 euroluk otobüs biletiyle Edam, Volendam, De Rijp gibi kasabaları gezebilirsiniz. 





Volendam sahilinde mini pankeklerin tadına bakabilir, Edam'da adıyla meşhur peynirlerden satın alabilir, De Rijp'in şirin sokaklarında yürüyüş yapabilirsiniz. Buralar Amsterdam'ın aksine bir o kadar sessiz sakin, Hollanda'nın diğer yüzü belki de.



Amsterdam, bence fırsat buldukça, ucuz uçak bileti ayarladıkça arada bir iki günlüğüne kaçılıp kafa dağıtılacak çok şirin bir Avrupa şehri. 

Şimdi müsadenizle ben diğer rotalar için araştırmalarıma başlayayım;)


27 Temmuz 2015 Pazartesi

TANZANYA SAFARİ

Çocukluğumdan beri en büyük hayalimdi Afrika... Gerçek oldu... Bence ölmeden önce görülmesi gereken yerlerin başında geliyor.. Anlatılması zor, büyülü...

THY'nin direkt uçuşuyla hiç de zor değil Tanzanya Darüsselam'a gitmek. Ama havaalanında indiğinizde hiç alışık olmadığınız, öyle Avrupa, Amerika kültürleriyle pek de alakası olmayan, hatta yakınından bile geçmeyen bambaşka bir dünya karşılıyor sizi. Bu kısmı, daha sonra tekrar dönmek üzere şimdilik atlıyorum:)

Aylar öncesinden Darüsselam'a uçak biletimizi almıştık gidiş dönüş. Hatta millerimizi kullandığımız için yaklaşık 2700 TL'lik iki kişi gidiş dönüş biletimiz bize yalnızca 700 TL'ye geldi (yalnızca vergiler).Ancak onun dışında her şey belirsizdi. Yalnızca safari yapmak ve Zanzibar adasını gezmek istediğimizi biliyorduk. 

Darüsselam'dan aktarmayla, aylar öncesinden maille 3 günlük safari için anlaştığımız SUNNY SAFARIS'in bizi karşılayacağı KILIMANJARO'ya uçuyoruz. Günler hatta haftalar süren yazışmaların ardından pek çok safari firması arasından seçtik SUNNY SAFARIS'i. Diğerlerinin teklifleri hala bilgisyarımda mevcut. Merak edenlere yardımcı olabilirim. Az zamana çok şey sığdırmak istiyorduk. İyi referanslarını duyduğumuz, Tanzanya'da en çok safari aracına sahip ve en tanınmış tur şirketi Leopard Tour bize epey pahalı geldi. Tanzanya'da safari turizmi oldukça gelişmiş olduğundan internet üzerinden rahatlıkla bir sürü tur şirketi bulup, program yaptırıp fiyat alabilirsiniz. Parayı peşin aldıkları için acaba dolandırılmış olabilir miyiz endişemiz, ancak Kilimanjaro havaalanında elinde ismimiz yazılı kağıtla bizi bekleyen Sunny Safaris rehberini görünce geçti. Saat 08.50 'de tam planladığımız gibi Kilimanjaro Havaalanındaydık. Ve direkt Ngorongora'ya doğru yolu çıktık.

Yanılmıyorsam yaklaşık 3 saatlik bir yolculuk sonrası Ngorongoro Krateri'ne vardık. Ngorongoro Milli Parkı kapısından geçip kratere tepeden baktığımız yüksek bir noktadan başladık yolcululuğa ve bir fotoğraf molası verdik tam da bu noktada.




Böyle bir coğrafyada anlatıldığı gibi birçok hayvan türünün yaşayabileceğine ihtimal vermiyor insan böyle kuşbakışı görünce. Sapsarı, çorak, kurak...

Kraterin içine inip sevimli jipimizle toprak yollardan yavaş yavaş sürmeye başlayınca, birer ikişer çıkıyor karşımıza ilk defa bu kadar yakından gördüğümüz birsürü canlı..

Afrika'ya gidecekseniz yanınıza almanız gereken en önemli üç şey: 1.Sinek ilacı, 2. Dürbün, 3. Yüksek zoomlu fotoğraf makinası. Hayvanlar bazen jipin yanına kadar gelirken bazen çook uzaklarda olduğu için dürbüne mutlaka ihtiyacınız oluyor. Tabii eğer hiçbir görüntüyü kaçırmak istemezseniz. Gitmeden önce yaptığımız araştırmalarda en çok karşımıza çıkan sivrisinek uyarılarına rağmen, biz gezi boyunca çok rahatsız edici bir durumla karşılaşmadık.

2011 yılına kadar Tanzanya girişinde zorunlu olan sarı humma aşısı artık sadece isteğe bağlı vuruluyor. Yalnızca seyahate çıkmadan önce Karaköy'deki Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü Seyahat Sağlığı Merkezi'ne gitmenizde fayda var. Zira bugün zorunlu olmayan herhangi bir aşı yarın tekrar zorunlu hale gelebilir. Bir de bize 3 hafta boyunca kullanmamız gereken sıtma tabletleri verdiler. Her ihtimale karşı...



Günü Ngorongoro'da geçirdikten sonra hava kararmaya başladığında kraterin en yüksek noktalarına, kratere sis bulutunun içinden tepeden bakan otelimize doğru çıkmaya başladık. İnternetten araştıra araştıra özenle seçtiğim otelimizin ne kadar doğru bir tercih olduğunu gidince gördük. Aslında safari boyunca konakladığımız tüm oteller birbirinden güzeldi. Şiddetle tavsiye ediyorum. Ngorongoro Wildlife Lodge, kraterin tepesinde, kraterin tüm güzelliğini sergileyen balkonlu dubleks suitiyle karşıladı bizi:)

Bu arada tüm parklarda tüm otellerin elektrikleri, yanlış hatırlamıyorsam, gece 12den sonra kesiliyor. Sonrası mum ışığı:) parktaki doğal hayatı bozmamak, hayvanları ürkütmemek için.

2. gün kratere karşı açıkbüfe kahvaltımızı yaptıktan sonra Serengeti'ye doğru yola çıkıyoruz. Tur şirketleriyle anlaştığınızda rehberle de sizinle birlikte otellerde kalıyor, anlaştığınız saatte kapıda jipte sizi bekliyor. Öğlen yemekleri de tur şirketleri tarafından karşılanıyor kumanya şeklinde ve gerçekten lezzetli:)


Gezinin benim için belki de en can alıcı kısmı Ngorongoro ile Serengeti arası yolculukta saklı. Çünkü Serengeti'ye varmadan bir Masai Köyü ziyareti ayarlıyoruz. 100 $ karşılığında köye girip masaileri yakından tanıma fırsatı buluyoruz. Gerçekten anlatılması zor ve enteresan bir deneyim. Yüzyıllar öncesine yolculuk gibi. Tamamen hayatın gerçeklerinden, teknolojiden uzak, sadece et, süt ve kanla beslenen (ineklerin boyunlarına batırdıkları bir kamış vasıtasıyla hayvanı öldürmeden içiyorlarmış), ağaç dalları ve çamurdan yaptıkları barakalarda yaşayan bir topluluk. Erkekler hayvancılık yaparken, kadınlar incik boncuktan yaptıkları takıları turistlere satarak para kazanıyorlar. Köye adımımızı attığımız anda hepsi toplanıp bize hoşgeldin dansı yapmaya başladılar. Ne yalan söyleyeyim, ilk başlarda ortamdan ürkmedim değil. Eşimle ben yalnız, bir masai kabilesinin ortasında, bir şoför rehberiniz var onu da ne kadar tanırsınız, etrafınızda bağırıp zıplayan insanlar... Neticede alışık olduğumuz bir ortam değil:) Beraber dans edip evlerinin içini gördükten sonra çocukların okullarına giriyoruz. Okul dediğim de evlerinin biraz daha büyüğü. Öyle masumlar ki.. Çocuk dünyanın heryerinde aynı, ırkı yok, rengi yok, kabilesi yok... Anlatılmaz yaşanır cinsten bir tecrübenin ardından Serangeti'ye gitmek için yola çıkıyoruz. 











Serengeti'yi günlerce gezseniz doymazsınız, bizimse yalnızca bir günümüz var ne yazık ki... Öğlen yemeğimizi Serengeti girişindeki, farelerin bile piknik masaları altında cirit attığı kontrol noktasında yedik ki her şey o kadar doğal ki onlardan bile rahatsız olmuyorsunuz. Ayaklarımı topladım tabi yerden, o kadar da değil;) Parkın içinde yol almaya başladığınız anda teker teker karşınıza çıkıyor aslanlar, çitalar, maymunlar, leoparlar, filler.... Hayatınız boyunca yalnızca belgesellerden seyrettiğiniz bu sevimli(!) canlılar, bu defa elinizi uzattığınızda değebileceğiniz kadar yakınınızda.. Tabi nolur nolmaz biz yine de elimizi uzatmadık;) Ama bir uysal görünüyorlar ki, insanın jipten inip başlarını okşayası geliyor valla.

Serengeti'de güneşi yine muhteşem manzaralı, her yerinde hyrax dedikleri yaban farelerinin (kocaman ve bence epey sevimsiz bir tür fare:S) gezdiği otelimizde batırdık, Seronera Willdlife Lodge'da. Daha önceden söyleselerdi, sanırım hayatta kalamazdım ama herşey o kadar doğanın içinden ki farenin adını duymaya tahammül edemeyen ben  bile onlardan rahatsız olmadım diyebilirim. Rehberimiz, resepsiyonistler ve bilen herkes odalarımızda camları açık bırakmamamız konusunda sürekli uyarıyorlar. Sevimli maymun dostlarımız maalesef odada ne var ne yoksa özellikle çantalar olmak üzere toplayıp kaçıyorlarmış. Sonra ara ki bulasın tabi:) Afrika müzikleri eşliğinde açıkbüfe akşam yemeğinin ardından yattığımız yeri bilmiyoruz yorgunluktan;).





3. günümüzde yine açıkbüfe kahvaltının ardında lodge'un kapısında rehberimizle buluşup yeniden düşüyoruz yollara sevimli jipimizle. Saatlerce beklediğimiz yerler bile oldu ama şans işte bir aslanın bir zebraya saldırışını görmek kısmet olmadı. Ne yalan söyleyeyim yüreğim dayanır mıydı bilemiyorum ama bir belgesel çekilirdi oracıkta. Ha saldırdı ha koştu ha koşacak derken bizim tembel aslanlar kalkamadı yerlerinden. Başka bir yerde yeme anına şahit olduk ama. Öğlene kadar Serengeti'de dolaşıp, çeviriyoruz rotamızı Lake Manyara'ya.


Lake Manyara'ya vardığımızda akşam saatlerine yaklaştığımız için direkt geceyi geçireceğimiz Kirurumu Tented Camp'a gidiyor ve yerleşiyoruz. Safaride çadır kamp deneyimini de yaşamak istediğimiz için üçüncü gecemizde konaklamada çadır kampı tercih ettik. Ama buradaki çadırlar çadır değil, resmen çadır görünümlü saray yavrusu:) Gönül rahatlığıyla kalınabilecek cinsten. Benim gibi börtü böcek takıntısı olanlar için ilaç da veriyorlar zaten. Yatmadan bir iki saat önce iyice ilaçlamanızı tembih de ediyorlar üstelik. Unutmadan bir de... Her yerde gece çadırınıza filler gelirse nasıl davranmanız gerektiğini anlatan yazılar var. Biz denk gelmedik ama sanırım fil baskınları bayağı olası bir acil durum senaryosuymuş. Tahmin edilenin aksine çok saldırgan ve çok hızlı olabiliyorlarmış. Gecelediğiniz çadıra fillerin gelmesi de ilginç bir deneyim olabilirmiş esasında:)

Mışıl mışıl bir çadır uykusunun ardından temiz havada alınan tropik meyvelerden ibaret bir kahvaltı ve nihayet safariye devam... Lake Manyara'ya girdiğimizde çok farklı bir manzara karşılıyor bizi. Bu kez Ngorongoro ve Serengeti'nin aksine, yemyeşil bir doğa var karşımızda. Yüzlerce kuş türü var. Kimini yakından kimini ancak uzaktan görüp fotoğraflamaya çalışıyoruz. Sadece kuş türleri değil tabi, zebralar, zürafalar, maymunlar da var fotoğraflayabileceğiniz...

Akşama doğru, 3 günlük muhteşem bir safari turunun ardından rehberimiz bizi Klimanjaro Havaalanına bırakıyor. Veee ayrılma vakti... Bahşiş buralarda da önemli. Mesela bizim sempatik rehberimiz 50 dolar bahşişe suratını buruşturduğu için biz 100 dolar verdik. sanırım günlük 30-40 dolar vermek gerekiyormuş.

Klimanjaro'dan Zanzibar'a uçuyoruz. Ama binmeye korktuğumuz o pırpır uçakla;)

 










20 Şubat 2014 Perşembe

KASTRO, KIYIKÖY VE İĞNEADA

30 Ağustos Zafer Bayramı cumaya denk gelip haftasonu tatili 3 güne çıkınca İstanbul'dan kaçmak şart oldu:) Araştırıp soruşturup Kastro-Kıyıköy-İğneada rotasında karar kıldık. Zaten İstanbul yakınlarında görmediğimiz pek bir yer kalmamıştı;)

İnternette Kastro'nun doğal güzelliklerini öve öve bitiremediklerinden bir gece Kastro'da kalmaya karar vermiştik ilk başta. Kastro Çamlıköy'de çadır kampı ve çadır pansiyondan başka alternatifiniz yok. Çadır olayını pek sevmesem de bir gecelik idare ederiz hem de itiraf edeyim ucuza gelir mantığıyla kabul etmiştim. Ama isabet olmuş ki -nedenini biraz sonra açıklayacağım- internette yazan telefon numarasına günlerce ulaşamadım. Ha ulaştım ha ulaşacağım derken ben konaklama işini son iki güne bırakınca aradığım hiçbir yerde de boş oda bulamadım.

Kafaya koymuştuk bir kere... Konaklama işini ayarlayamasak da günübirlik gezebildiğimiz kadar gezeriz deyip, cuma sabahı düştük yollara. Çıkışı Hadımköy'den yaptığımız için, yaklaşık 1,5 saatte Çerkezköy ve Saray üzerinden Kastro'ya vardık. Doğasına diyecek en ufak bir şey yok ama Kastro beni hayal kırıklığına uğrattı. İnsana huzur veren müthiş bir tabiatın ortasında rastgele kurulmuş irili ufaklı ve düzensiz bir sürü çadır, aralarda kapısından girmeye bile çekindiğim hijyenin h'sinden nasibini almamış derme çatma tuvaletler, arada bazı çadırlardan yükselen bangır bangır müzik sesi, bir şey yemeye cesaret edemediğim bir restaurant ve yanında bir çay bahçesi... Nasıl anlatsam bilemedim. Bu muhteşem doğa, ancak bu kadar kötü bir hizmet anlayışıyla heba edilebilirdi. İyi ki de telefonla ulaşamamışız dedik kendi kendimize ve belki de sezon sonu diye böyledir diye avutmaya çalıştık kendimizi.

Kastro'nun doğasını Ağva'ya benzettim. Dağların yeşilliklerin arasından akan bir derenin denizle buluşması... Upuzun bir kumsal...


Kastro sahili




Çadırların olduğu yerleri çekmediğimi sonradan fark ettim:) Evet çadır kamping de olmalı belki ama daha düzenli, daha temiz, daha organize olamaz mı? Ya da farklı seçenekler sunulamaz mı çadırda kalmak istemeyenlere? Ne bileyim pansiyon olur, bungalov olur...vs.

Kastro

Neyse sonuçta bana hitap etmedi, kafamda çok daha farklı, genelini üniversite öğrencileri gibi genç kesimin oluşturduğu, daha rahat kalınabilecek ve daha hijyenik bir yer bekliyordum. Olmadı... Bayağı atletli hatta peştemale sarılmış sakallı amcaların futbol oynadığı, bebek arabalarında bebeklerin uyuduğu, torunlu torbalı teyzelerin gelinlerini çekiştirdiği bir yerle karşılaştık:) Burda çadırlar öyle bir kaç günlüğüne kurulmuş gibi değil, sanırım insanlar yazlık niyetine aylarca kullanıyor olabilirler. Öyle ki soba kurulmuş, iki oda bir salon, bahçeli teraslı çadırlar bile vardı:)

Bir saat kaldık kalmadık, ayrıldık Kıyıköy'e gitmek üzere. Yemyeşil yollardan geçiyoruz. Ben Trakya'nın böyle yeşil olduğunu bilmiyordum bu geziye kadar. Uçsuz bucaksız sapsarı tarlaların içinde üç beş yeşil ağaç karesiyle dururdu yıllardır zihnimde.

Kastro'dan Kıyıköy yaklaşık yarım saat. Levhaları takip ederek rahatlıkla ulaşabiliyorsunuz. Kelimenin tam anlamıyla şirin bir sahil kasabasıyla karşı karşıyayız:)

Efsane Restaurant

Kıyıköy'de konaklamayı internetten arattığınızda karşınıza fotoğraflardan göründüğü kadarıyla pek de içaçıcı pansiyonlar çıkmıyor. Aramaya bile cesaret edemedim birçoğunu. Bir tek Kıyıköy Marina'yı bulmuştum, onda da yer yoktu. Ama Kıyıköy'e girdiğimizde pek çok pansiyonla karşılaştık. İçlerine girmedik ama Kıyıköy girişindeki Özgül Hotel gayet güzel bir yere benziyordu. Öncesinde internetten görebilseydim şansımı burdan yana kullanabilirdim. Bir de Kıyıköy'ün merkezinden ilerlediğinizde yol sonunda karşınıza çıkan, ki bizim öğle yemeği için tercih ettiğimiz, muhteşem manzarasıyla Efsane Restaurant var. Kendilerinin pansiyon olarak kiraya verdikleri odaları da mevcut. Lakin sanırım bir internet siteleri yok. Konaklama için tercih edilebilir. Ancak yediğimiz yemeklerin beklentimizin altında kaldığını söylemeden geçemem. Lezzetsiz ve lastik gibi bir kalamar-sanırım dondurulmuştu- 20'şer TL ödediğimiz ama birşeye benzemeyen palamut ve istavrit. Sonrasında yine dondurulmuş ve kızartılırken yakılmış patates kızartması... Bence böyle bir balıkçı kasabasına yakışmayan bir hizmet ve ederinden fazla hesaptı... Belki sadece birşeyler içmek ve manzaranın keyfini çıkarmak için tercih edilebilir ama yemek yemek için kesinlikle düşünmeyin..

Kıyıköy'de biraz fazla vakit geçirmek, Kıyıköy'ü yaşamak için bir gece kalınabilir ama sanırım fazlası yeterince sıkıcı olabilir. Biz öğle saatlerinde gidip, hava kararmadan ayrıldık.


Kıyıköy de konum itibariyle Şile'yi anımsattı bana. Kayalıkların tepesine kurulmuş, altta bir dalgakıran, balıkçı barınakları ve yer yer kayalıklı bir kumsal... Denize dökülen Kazandere ve Pabuçdere bu şirin köye ayrı bir hava katıyor. Aşıklar Tepesinden Kıyıköy'ü, derelerini ve asi Karadenizi gözlemleyebilir, Efsane Restaurant ya da tepelere konuşlanmış diğer restaurant veya cafelerde oturup, manzaranın tadını çıkarabilir, asi dalgaların vurduğu kumsalda yürüyüş yapabilir, Aya Nikola Manastırı'nı gezebilirsiniz.

Kıyıköy dereleri
Gelelim benim en çok beğendiğim İğneada'ya :) Kıyıköy çıkışında, dükkanının önünde oturan amcaya İğneada yolunu sorduğumuzda, "Nerden geliyonuz? Niye İğneada'ya gidiyonuz? Uzak ama orası? Kıyıköy'ü sevmediniz mi?" diye ardı ardına sıraladığı sorularından oluşan sınavı başarıyla geçtikten sonra, Hamidiye Köyü ve Demirköy üzerinden İğneada'ya gidebileceğimiz bilgisine erişmiş olduk:) Siz şu dakikadan sonra kendinizi şanslı sayabilirsiniz :)
Yine yemyeşil yollardan geçip yaklaşık 1,5 saat sonra İğneada'ya vardığımızda akşam saatlerine yaklaşmak üzereydik. İğneada, Kıyıköy'e oranla çok daha turistik ve büyük. Aslında belki karşılaştırmak yanlış olur, biri bildiğiniz köy biri ise sahil beldesi. Akşamları turistik pazarın kurulduğu, kebapçıların, cafelerin, dondurmacıların olduğu, geceyi bile kumsalda rahatlıkla geçirebileceğiniz sevimli bir belde burası. Sahiline hayran kalmamak elde değil. İnsan kendini Ege'nin kumsallarında hissediyor. Hatta belki Ege'de Akdeniz'de bile bu kadar uzun (20 km. olduğunu okudum) kumsal bulamayabilirsiniz:)
Arabamızı merkeze park ettiğimizde, geceyi İğneada'da geçirmeyi kafamıza koymuştuk. Ancak bu yoğunlukta boş oda bulup bulamayacağımızdan emin değildik. İkinci girdiğimiz Karaca Pansiyon'un giriş katındaki 70 TL'lik karanlık dairesini gördüğümüzde (temizliğinden emin olamadığım buruşuk pembe çarşaflar ve ruh karartıcı bir banyo da cabası) eşimle birbirimize bakıp, arabada yatmaktan iyidir diye düşünerek çaresizce kabul ettik. Bir gece idare edecektik artık. Yalnız biz bir gece konaklayacağımızı söyleyince çocuğun yüzündeki sevimsiz ifade, zaten isteksiz olan bizi hepten soğuttu:( Arabadan eşyalarımızı almaya giderken son anda karar verip girdiğimiz Akkuş Otel'de son kalan 2 odadan birini 100 TL'ye ayarlayınca keyfimiz yerine geldi ve attık kendimizi İğneada sokaklarına. Artık Karaca Pansiyon'dakiler de kendilerine daha uzun süre konaklayacak başka müşteriler bulsunlar napalım...

Limandan günbatımı manzarası

İlk olarak İğneada Limanı'na gittik. Son derece romantik günbatımı manzaralarına şahit olduk sevgilimle... Limana giderseniz mutlaka yolun sonuna kadar ilerleyin. Orada sizi, çok da fazla kimsenin bilmediği, ıssız bir kumsal bekliyor olacak (Limanköy Plajı). Issızlığı belki de bizim gittiğimiz mevsim itibariyle olabilir ama böyleyken çok güzeldi...Denize girmek için de biçilmiş kaftan.

İğneada Limanının sonundaki ıssız kumsal;)




Karanlık çöktü mü sahilde kurulan pazarı gezebilir ya da keyifle bir nargile tüttürmek için İstanbul tophaneden sonra İğneada'da nargile & çay bahçesi açan abinin yerinde (Yörük Nargile) nargile-çay içebilirsiniz. İstanbul'da işletme sahibi olmasından mıdır bilmem, hizmet kalitesindeki farkı gözle görülür şekilde hissediyorsunuz.

Gece kumsalda oturmak da acayip keyifli oluyor, benden söylemesi. Ama üstünüze kalın birşeyler almayı ihmal etmeyin. Gündüzü ile gecesi arasında hatrı sayılır bir sıcaklık farkı var.

İğneada Plajı
Beğendik Plajında Kamping;)

 
Beğendik Plajı
Güzel bir uykunun ve otelde ettiğimiz -olmasa da olur- kahvaltının ardından İğneada'dan Beğendik Köyü'ne doğru yola çıkıyoruz Bulgaristan sınırını görmek üzere. Ve karşımıza çıkan manzaraları görünce, geceyi İğneada'da geçirip kendimize buraları görme fırsatı tanımakla ne kadar isabetli bir karar verdiğimizi anlıyoruz. Upuzun ve geniş bir kumsal düşünün kimselerin olmadığı, sadece size tahsis edilmiş gibi, pırıl pırıl parlayan bir güneş, kumsala vuran dalgalar ve yanıbaşınızda sevimli bir Bulgar Köyü. Tabi çok yaklaşamıyorsunuz. Eskiden sınıra kadar gidilebiliyormuş ancak artık asker yaklaşık 1 km. kadar geride nöbet bekliyor ve o bölgeye girmeye izin verilmiyormuş. Denemedik tabi;) Bu arada plajın girişinde derme çatma bir restaurant var. Yazılara bakılacak olursa tenekede tavuk yapıyorlarmış. Merak ettik ama cesaret edemedik haliyle, deneyen deneyimlerini paylaşırsa sevinirim:)

Kumsaldaki yürüyüşün ardından ver elini İğneada longozları.. Longoz nedir diyecek olursanız -ki ben de yeni öğrendim- dünya üzerinde nadir bulunan ve denize dökülen derelerin önü az yağış alan mevsimlerde deniz kumuyla kapanınca dere suyunun geriye doğru birikerek oluşturduğu göletler ve bu sularla beslenen ağaçların oluşturduğu bir orman türü. Anladığım kadarıyla epey zengin bir doğal yaşama ev sahipliği yapıyorlar.

Longozların içinde yedi tane göl olmasına rağmen sağolsunlar lütfedip bir tane bile tabela koymadıkları için gölleri görme fırsatımız olmadı:) Koskoca ormanda bir o yoldan bir bu yoldan dolaşıp ana yola geri çıktık:) Bir tek en yakındaki Mert Gölü'ne ulaşmak üzereydik ki onun patika yolu da derin su birikintilerine teslim olduğu için geçmek nasip olmadı:) Orman içinde insanlar arabalarla sürekli birbirini durdurup "abi sen görebildin mi şu gölleri?" diye sorup bir umut ışığı besleseler de 1 saat boyunca gezdiğimiz halde göle ulaşabilen bir insana rastlamadık:) Ben neredeyse bu göllerin şehir efsanesi olduğunu düşünmek üzereyim:) Ulaşabilen beri gelsin..

Madem gölleri göremedik, Dupnisa Mağarası'na geç kalmayalım bari deyip apar topar Demirköy üzerinden mağaranın yolunu tuttuk. Istrancaların arasından dar ve virajlı köy yollarından geçip 1 saate yakın bir yolculuk sonrası Dupnisa'ya vardık. Girişte bulunan derme çatma cafede yediğim sucuk ekmek ve çayın tadı damağımda, sanırım çok acıkmıştım:)

Girişinin kişi başı 3 TL olduğu Trakya'nın en büyük, Türkiye'nin en uzun mağarası gerçekten çok görkemli. Kapısından girerken üzerinize soğuk hava dalgası çarpıyor resmen. Dışarıda sıcaklık 25 dereceyken kendimizi bir anda donarken bulduk. İçerisi yaz kış 10 dereceymiş. İlk girdiğiniz kısım sulu mağara diye adlandırılıyor. İçinden bir dere geçiyor. Biz yapılan yürüme yolunun üzerinden suya girmeden yürüyoruz. İlerleyip merdivenleri çıktığınızda kuru mağaraya giriyorsunuz. Burası nispeten sıcak, 17 derece. Bir de o merdivenleri çıkmış olmanın verdiği hararetle üşümüyoruz artık:) Yarasaların panik halinde uçuşlarını izliyoruz. Özellikle kuru mağaradaki sarkıt ve dikitler gerçekten birer yeraltı doğa harikası... Görülmeye değer.. İsterseniz mağaranın içinden geri çıkıyorsunuz, isterseniz çıktığınız kapıdan dağdan ormandan aşağı iniyorsunuz. Yani bize girişteki güvenlik böyle söyledi:) Ancak mağaranın çıkışında ne bir tabela var ne de görünürlerde bir şey. Biraz hislerimizi kullanarak, biraz da insanların ayak izlerinden oluşmuş minik patikaları ve jeneratör sesini takip ederek aşağıya iniyoruz:) Ve mutlu son:)

Şimdi özetlersek Trakya'nın kuzey kıyıları gezisinden bize kalan;

1. Kastro, müthiş doğal güzellikleri olan bir yer ama az da olsa hijyen arayan birileri için hiç mi hiç uygun değil, çadırdan başka konaklama alternatifiniz yok ve hizmet kalitesi yerlerde...
2. Kıyıköy, sevimli bir balıkçı kasabası ama çok lezzetli balıklar yiyeceğiniz yerler hayal etmeyin.
3. İğneada, upuzun kumsallarıyla Trakya'nın kesinlikle görülmeye değer bir sahil beldesi.
4. Trakya'nın kuzey kıyılarında çok lüks ve çok pahalı oteller aramayın, bulduğunuz uygun fiyatlı pansiyon ve motellerde ise konfor ve hijyen aramayın.
5. Trakya insanı turizm sektörü için henüz yeterince hazır değil, bu sebeple beklentilerinizi düşük tutun.
6. Önceden ayarlamayıp çat kapı gittiğinizde, bayramda seyranda bile olsa, % 90 konaklayacak bir yer bulabilirsiniz. Hem de odaları görerek karar verebileceğiniz için kafanıza göre bir yer bulma olasılığınız yükselir.

Bir sonraki gezide görüşmek üzere;)






BOLU

Bu yıl 14 Şubatta şöyle sevgilimle başbaşa sessiz sakin doğayla içiçe bir tatil hayal ettim. Tam da hayal ettiğim gibi bir kaçamak oldu;)

Bolu, işten çok fazla ayrı kalmak istemeyen ama iki gün de olsa kafa dağıtmaya, kendiyle, ailesiyle başbaşa kalmaya ihtiyaç duyanlar için biçilmiş kaftan. İstanbul'a yakın ama büyükşehir karmaşasından uzak, kendi halinde, sessiz, dingin...

Tam üç buçuk saat sürdü Bolu Mengen'deki Hindiba Pansiyon'a varmamız. İki gece için yer ayırtmıştık yaklaşık 10 gün önceden. 9 adet taş, 3 adet bungalov odası bulunan butik otel tadında pansiyonumuz o kadar sevimli ve huzurlu ki anlatılmaz yaşanır cinsten.

 
 

Biz bungalovda kaldık. İyi de bir tercih yaptığımızı gidince anladık. Malum şubat soğuğunda taş odaların bir miktar ısınma problemi olduğunu duyduk. Gerçi onlarda da soba yakılıyormuş. Onun da güzelliği ayrı tabi. Ama biz yukarıda gördüğünüz minik ve şirin bungalovumuzdan çok memnun kaldık.

Misafir yoğunluğuna göre sabah kahvaltısı ve akşam yemekleri açıkbüfe ya da masaya serpme şeklinde verilebiliyor. Ama yediğiniz birçok ürün doğal ve çok lezzetli.

Öyle aktivite maktivite aramayın hiç. Özellikle de bizim gibi şubatın ortasında gidiyorsanız. Yiyip içip uyuyacaksınız, bol bol yürüyüş, hamakta sallanmak ve gazete-kitap okumak da cabası... Daha ne olsun?.. Yazın ya da baharda giderseniz muhtemelen daha hareketli bir gün geçirebilirsiniz. Gece yağmur ya da kardan nasibinizi almazsanız orta alanda yakılan ateşbaşında sucuk ve şarap keyfi yapabilirsiniz. Şiddetle tavsiye edilir;) Sucukların tadı hala damağımda... Havanın yağışlı ya da soğuk olması durumunda bir alternatifiniz de içerde şömine başında birşeyler içip film seyretmek. Sinema odası çok güzel, kocaman perde, ses sistemi... vs. ama filminizi götürmenizi öneriyorum. O kısıtlı arşivden öyle bir film seçmişiz ki tam bir facia....

Sabah penceremizden güzel bir güne merhaba dedikten sonra kahvaltı ve gazete okuma keyfinin ardından yollara düştük. Hindiba Pansiyon yolundan devam ederek 1,5 saat sonra yedigöllere vardık. Bizden başka kimseler yoktu. Zaten Bolu-Yedigöller yolu kardan kapalı olduğu için herhalde kimse Mengen üzerinden dolaşıp bu cennete gelme zahmetine katlanamamıştı. İsabet olmuştu:) 2 saat gezdik dolaştık bekçi dışında kimseleri görmedik koskoca milli parkta.

 
Yedigöllerden çıkıp tekrar Hindiba'ya döndüğümüzde saat 16.00 olmuştu. Ve bu saatte otelde yapabileceğimiz en güzel şeyi yaptık. Mışıl mışıl uyuduk:) Taa ki akşam yemeği saati gelene kadar:)

İkinci gecemizde yağmur dolayısıyla içeride film seyretmeyi tercih ettik.

Ertesi gün kahvaltının ardından düştük yine yollara. Her güzel şey çabuk biter diye boşuna dememişler. Mengen üzerinde Bolu'ya ordan E5'ten devam edip Gölcük Tabiat Parkı'na ulaştık. Hani şu Abant'ın simgesi olan ama aslında Abnat'la ilgisi olmayan, durgun bir göl kenarında ahşap iki katlı bir ev fotoğrafıyla akıllara kazınan manzara. İşte orası Gölcük. Rüya gibi, masal gibi...

İsterseniz mangal yakabilir, pikniğinizi yapabilir ya da Gazella Restaurant'ta göl kenarında oturup çayınızı şarabınızı yudumlayıp bu masalsı güzelliğin tadını çıkarabilirsiniz.Gölün etrafında tam tur atabileceğiniz yürüyüş parkuru mevcut. Biz 1.2km.lik parkuru yürüyüp oksijeni olabildiğince ciğerlerimize depoladıktan sonra göl kenarında birşeyler içip maalesef bu manzaradan ayrıldık.

Ve her zamanki gibi tam 3 saat sonra İstanbul'un o karmaşık, gürültülü, yorgun trafiğinin kucağında bulduk kendimizi;)

Herşeye rağmen inanılmaz huzur dolu iki gün geçirdik. Tam anlamıyla 14 Şubata da yakışır oldu;) Siz de kendinize bir iyilik yapın ve bir geceliğine de olsa hayatın tüm stresinizi arkanızda bırakın.

Bir sonraki seyahatte görüşmek üzere...


27 Ekim 2012 Cumartesi

KÜBA

Uzaklara ve mümkün olduğunca farklı kültürlere gitmekti önceliğimiz. Giden arkadaşların ağız dolusu anlatımları sonrasında karar verdik bu seneki uzaklar rotamızı KÜBA olarak belirlemeye.

Bu, bloğumda paylaştığım ilk gezim olduğu için çok uzatıp da gereksiz ayrıntılara girmek istemiyorum aslında. Çünkü Küba zaten her köşesinde farklı tatlar tadacağınız, ölmeden önce görülmesi gereken özel bir memleket. Bu yüzden çok detaylı anlatıp kafalarda resmini çizmek yanlış olur. 

Gitmeden önce bilmeniz gereken şeyler var tabi. Mesela Küba'ya gitmeye karar verirken en büyük ve dişe dokunur masrafınızın uçak bileti olduğunu bilmenizde yarar var. Biz yaklaşık 5500 TL verdik iki kişi gidiş dönüş.

Air France ile Amsterdam aktarmalı yaklaşık 15 saatlik uçuşun ardından Havana Jose Marti Havaalanına indik. Daha önceden aynı yerde kalan arkadaşlarımızın tavsiyeleri üzerine internetten ayarladığımız, Havana'nın Vedado bölgesinde, 3 gecemizi geçireceğimiz "Casa Antigua" adlı evimize taksiyle yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuk sonrası ulaştık. 

Küba çok planlı programlı gitmeniz gereken bir ülke değil. Ben ki bir başak burcu olarak plansız evden dışarı adım atmam, Küba'ya giderken ilk üç gece dışında nerde kalacağımız bile belli değildi. Bu kadarı bile çılgınlıktı benim için :)

Gerçek bir kültür gezisi yapmak ve gerçek Küba'yı yaşamak istiyorsanız, konaklama için otel değil casa particular tercih edin. Bunlar Küba ailelerinin kullanmadıkları odalarını turistlere kiraya verdikleri evleri. Onlarla beraber yaşıyor, aynı havayı soluyor, bir Küba evinin bize uzak dekorasyonunda sabahlıyorsunuz. Birçoğunun odasının içinde banyo WC de mevcut. Üstelik fiyatları da otellere göre çok çok uygun.


Küba'da iki ayrı para birimi var. Biri peso yerel halkın kullandığı, diğeri ise turistlerin kullandığı convertible peso ki kendisine kısaca "cuc" denmekte. 1 cuc aşağı yukarı 1 euroya denk geliyor. Casa particular'lar genelde gecelik 25-30 cuc civarında. 
İkinci günün sonunda, 3 gece düşündüğümüz Havana konaklamamızı 4 geceye çıkardığımızı, yine de özellikle eski Havana sokaklarında gezmeye doyamadığımızı söylemek isterim. Öyle ki hiçbir sokağını görmeden dönmeyelim diye çoğu zaman şehri, ayaklarımıza kara sular ininceye kadar yürüyerek dolaştık. Eski Amerikan arabalarıyla dolu sokaklar, pencereleri ardına kadar açık, yıkık dökük evler, her yerde buram buram puro kokusu vee mohito kafası... İşte size Havana... Bu büyülü şehir bir mohitodan sonra gözünüze ayrı bir güzel görünüyor inanın:) 

 
Devrim Meydanı, Jose Marti Anıtı, Cementrio, Malecon sahilinde gün batımı, Hamel Street, Capitolio, Eski Havana ve meşhur meydanları zaten gezmeniz gereken yerler. Bir harita temin ediyorsunuz ve Havana kazan siz kepçe geziyorsunuz, anlatmaya gerek yok:) Eski Havana'da ya da Malecon'a inerken Habana Libre Otelinin altında da bulabileceğiniz "infotour"lardan istediğiniz bilgiyi elde edebilir, ücretsiz haritalar bulabilirsiniz.

 


İstemediğiniz kadar müzenin olduğu bu şehri, müzelerini gezerek değil, sokaklarında puro ve mojito içerek yaşamanızı şiddetle tavsiye ediyoruz. İlginizi çeken müzeler illa ki olur tabi ki ancak pek çok müzenin pazartesi günü kapalı olduğunu da unutmayın.

Yemek konusuna gelirsek, genel olarak Küba'da beklentilerinizi yüksek tutmasanız iyi edersiniz. Birçok zaman tavuğa talim edersiniz. Dana eti, büyükbaş kesmek yasak olduğundan zor bulursunuz. İlla da dana eti yemek isterseniz;) Ernest Hemingway'in yıllar boyu konakladığı Ambos Mundos Otelinin terasında manzara eşliğinde yemeyi ya da El Floridita'nın loş ve romantik ortamını tercih edebilirsiniz. Aynı zamanda, El Floridita ve La Bodeguita del Medio'da mojito ve Plaza Vieja'nın köşesindeki biracıda ev yapımı bira içmeyi ihmal etmeyin. Kahvaltılarında bol bol tropik meyve yersiniz. Bir de o vazgeçemediğim sıcak ekmek ve tereyağı:) Şanslıysanız yumurta da olabilir. Kahvaltılarda genelde zaten ikram edilen guava suyunu da denemelisiniz. Farklı ve güzel.

Güvenlik konusunda hiçbir endişeniz olmasın. Küba dünyadaki belki de en güvenli ülkelerden biri. Sokaklarında gönül rahatlığıyla dolaşabilir, yanınıza yaklaşıp muhabbet etmeye çalışan Kübalıların birkaç ufak rehberlik hizmetinden sonra sizden maksimum birkaç cuc isteyebileceğinden emin olabilirsiniz. Sonunda para istemeyecek bile olsalar, oldukça sıcakkanlı olan bu insanların, sizinle konuşma çabalarını takdir edeceksiniz:) Sırf bu yüzden bile sıkı bir muhabbeti hakettiklerini düşünüyorum. Rahat olun, anlatın, dinleyin...

  Bir gece Nacional Otel'in Parisien Show'unu izleyin.


Havana'daki üçüncü günümüzde CubaTour'dan ayarladığımız günübirlik Pinar Del Rio ve Vineales Vadisi turuna katıldık. Bu tura dair aklımızda kalan ve mutlaka görmeniz gereken yerler; Yerli Mağarası (Cueva del Indio), Vineales Vadisinin kuşbakışı görünümü ve Vineales yakınlarında bulunan Tarihöncesinin Duvar Resmi (Mural de la Historia).Eğer siz de bizim gibi turla giderseniz, güzelim Vineales kasabasını yalnızca otobüs camından izlemek zorunda kalabilirsiniz. Başka bir seçenek ise sabahtan akşama araba kiralamak. Böylelikle istediğiniz her yerde durup zaman geçirebilir, fotoğraf çekebilirsiniz. Rehberiniz olmayacağı için gideceğiniz yerlerle ilgili önceden internetten biraz araştırma yapmanız yeterli olacaktır.



Vineales'te konaklamak isterseniz de uygun seçenekler bulabilirsiniz. Biz Trinidad ve Varedero'ya daha fazla zamanımız kalsın diye günübirlik gitmeyi tercih ettik.

Havana'daki son günümüzde yine CubaTour'dan ayarladığımız 1 gece konaklamalı Cienfuegos,  Trinidad, Topes de Collantes turuna katıldık. Ancak tur sonunda Havana'ya geri dönmeyeceğimizi, turdan uygun bir yerde ayrılarak Trinidad'a geçmek istediğimizi de en başında söyledik. 

Cienfuegos yolunda Santa Clara'daki Che'nin anıtmezarını ve müzesini görmeden olmazdı tabii. Che ve Fidel Castro'nun bu büyük mücadelesine bu kadar yakından tanık olunca Küba'nın bağımsızlık ve özgürlük azmini bir kez daha takdir ediyor insan. Kimseye ihtiyaç duymadan kendi yağında kavrulan ve sadece İstanbul kadar nüfusuyla dünyaya kafa tutan bu memlekete bir kez daha saygı duyuyorsunuz.

Cienfuegos küçük bir liman şehri. Yalnızca yarım saatlik süremiz olduğundan, şehri fazla gezemesek de sömürge döneminden kalan tarihi tiyatro binası görülmeye değer.

Cienfuegos sonrası rotamızı Trinidad'a çevirdik. Trinidad şehir merkezinde biraz dolaşıp Romantik Müze'yi gördükten sonra Topes de Collantes için yola çıktık. Çıktık ama bizim aklımız yol boyu Trinidad'da takılı kalmıştı. Öyle ki Unesco Dünya Mirasları listesinde koruma altında olan bu şehre gittiğinizde rüyada olduğunuzu düşünüp uyanmak istemeyebilirsiniz. Dünya üzerinde bilmiyorum kaç tane daha şehir olabilir bu kadar büyüleyici. 
Topes de Collantes'e vardığımızda hava kararmak üzere olduğundan otelimize yerleşip akşam yemeği sonrası dağ manzaralı odalarımızda dinlenmeye çekildik. Dağ havasının tadını çıkararak sessiz bir gece geçirdik.

Sabah otelde aldığımız kahvaltı sonrası kapıda safari kamyonumuz bizi bekliyordu. 

Kamyona atladığımız gibi soluğu dağlarda aldık. Yürüyüş rotamıza ulaşınca kamyondan inip yolumuza yaya olarak devam ettik. Ormanların, dağların, taşların, suların arasından yaklaşık 3 saatlik yürüyüşte müthiş manzaralarla karşılaştık. Milli parkın içinde birçok şelalenin ve birçok ayrı rotanın olduğunu öğrendik rehberimizden. Biz yalnızca onda birini görebildik. O kadarlı kısmı bile görülmeye değerdi.




Muhteşem bir yürüyüş parkurunun ardından dağların arasında şirin bir restauranta vardık. Her yerde olduğu gibi kızarmış tavuk ve pilavımızı yedikten sonra geri dönüş için yola koyulduk.

Dağ yolunda millet kamyondan inip otobüsle Havana'ya doğru yola çıkarken, biz kamyonla başlayan dağ yolculuğumuza, yine kamyonla Trinidad'a kadar devam ettik. Bunda, bize eşlik eden sempatik yerel rehberimizin de Trinidadlı olmasının rolü büyüktü tabii ki.

Ve işte yaklaşık 1 saatlik kamyon yolculuğunun ardından heyecanla beklediğim Trinidad'dayız. Rezervasyonumuz falan yok hiçbir yerde. Havana'daki evimizin sahibi Horasio'nun tavsiyesi üzerine Mercedes Hanım'ın evine gittik, çaldık kapıyı. Mercedes Hanım'ın İngilizce bilmiyor olması sürprizi üzerine, o İspanyolca konuştu, biz yarı İngilizce yarı Türkçe derken valla nasıl oldu anlamadık, anlaştık ve yerleştik odaya.




Küba'da evlerin eşyaları, seramikleri, boyaları bizim 60lı 70li yıllardan kalma gibi. Koyu renk boyalar, yatak örtüleri, yer karoları... Evet biraz karanlık ve ruh sıkıcı ama sanırım ona da alışıyo insan bir süre sonra...

Yalnız otelde kalmayacaksanız yanınıza tuvalet kağıdı, diş fırçası, diş macunu, sabun ve şampuan almayı ihmal etmeyin. Oralardan bulur alırım derseniz yanılırsınız. Biz 10 gün kaldık, doğru dürüst bir tane market gibi birşey göremedik. Üstelik şampuan sabun gibi temizlik malzemeleri çok pahalı olduğundan, yerel halk önünüzü kesip sizden sabun bile istiyor hazırlıklı olun:) Ben daha önceden böyle olduğunu duyduğum için kalıp kalıp sabun götürdüm yanımda. Trinidad sokaklarında bir kişiye sabun verdiğimi gören kadınların bir çantamı parçalamadıkları kaldı sabun alabilmek için. O derece yani. Bir de sevap kazanmak istiyorsanız öğrencilere kalem dağıtın. Kalem de çok pahalıymış nedenini anlamadığım şekilde.

 İşte size Trinidad sokaklarında birkaç kare....





Biz bol bol yürüdük, yürüdük, yürüdük... O kadar güzel ki doyamıyorsunuz. Her köşe başında, her barda, her restaurantta canlı müzik .. Etrafınızda sıcakkanlı insanlar, yağlıboya tablo gibi duran evler, evlerin önünde 1950lerden rengarenk arabalar, ardına kadar sokaklara açılan pencereler, pencerelerden gözüken her evin olmazsa olmazı sallanan sandalyeler, sandalyelerde uyuklayan yaşlılar, kapı önünde oynayan çocuklar, güzelim tablolar, kulağınızın pasını silen müzik sesleri... Rahat olun, gülümseyin.. Küba'dasınız!

 


Trinidad'ın en meşhur barı ve aynı adı taşıyan içkisini yudumlamadan da olmazdı tabi. Yine müthiş Afro-Küban ritimler eşliğinde Canchanchara Bar'da canchanchara'mızı içtik:) Bal, limon, Havana club ve kırılmış buz. Ama böyle bir lezzet yok! :) Canına yandığımın ülkesinin kokteylleri bile başka güzel! 

Ana cadde üzerindeki Cubita Bar'ı da denedik, hatta adımızı duvarlarına kazıdık. Giderseniz duvardaki tek Türk bayrağını eşimin çizdiğini hatırlatırım:) Hoş ve nezih bir ortamı var, tavsiye edilir.


Yemek için paladarları tercih edebilirsiniz. Biz bir akşam Paladar El Criollo'da yedik. Gayet de memnun kaldık. Hem yemekleri lezzetliydi hem de terasında müthiş bir günbatımı izledik. Yemek için El Jigue de iyi bir tercih olabilir belki. Biz yaptığımız araştırmalar sonucu ismini çokça duymuştuk ama sanırım gittiğimizde yanlış seçimler yaptık.

PALADAR EL CRIOLLO


EL JIGUE
 
Güneş batıp karanlık çöktü mü sessiz sokaklar salsa ritimleriyle hareketlenmeye başlıyor. Trinidad'ın meşhur meydanında (Plaza Mayor) Casa de la Musica'da puro, mojito, cuba libre eşliğinde, ya kendinizi salsa yaparken buluyorsunuz ya da en kötü salsa yapan çiftleri hayranlıkla izlerken... (Biz ikincisiydik) Siz siz olun Küba'ya gitmeden önce hızlandırlmış da olsa bir salsa dersi alıverin;) Lazım oluyor. Az biraz da İspanyolca bilseniz hiç fena olmaz.


Trinidad'ı geze geze bitirirken Varadero için yolculuk vakti yaklaşmaktaydı. Ana caddade yanımıza yaklaşıp taksici olduğunu söyleyen  (tabi bunları İspanyolca söylediğinden biz yalnızca hislerimizi kullanarak anlayabiliyorduk) sempatik bir amcayla mojito kafasıyla yaptığımız pazarlık sonrası kişi başı 20 cuc'a anlaştık. Otobüs 25 cuc'tu kişi başı.Biz minivanla gidecektik üstelik daha ucuza. 

Sağolsun ayrılacağımız sabah bizi gelip Mercedes'in evinin önünden aldı. Minivanda bizden başka 4 kişi daha vardı Varadero'ya giden. Yolculuk yaklaşık 2,5 saat sürdü. Bu arada Varadero'da 3 gecemizi geçireceğimiz "Tryp Peninsula Varadero Hotel"i Trinidad'da CubaTour'dan 470 cuc'a ayarlamıştık. Bu rakam, bizim Küba'da Varadero öncesi bir haftalık konaklama bedelinin yaklaşık 3 katı kadardı:) Ama otele diyecek yoktu tabi. Lüksün ve hizmetin sınırı yok. Hayatımızda içmediğimiz kadar kokteyl içtik.Sırf o güzelim Paradise kokteyli için bile verilirdi o para:)


Otel mükemmeldi ama açık konuşmak gerekirse Varadero beni hayal kırıklığına uğrattı. Burası Küba'yla uzaktan yakından alakası olmayan, kapitalizmin kralını yaşayan, 5 yıldızlı herşey dahil konseptli otellerin sıralandığı bir sahil şeridi. Türkiye'nin Kemer'i bir nevi. Otelden dışarı çıkmadık 3 gün boyunca. Yedik, içtik, denize girdik, kitap okuduk. 3 günden fazlası zaten fazla gelirmiş. 


Havasına da güven olmuyor. Mevsiminden midir bilemem sabah güllük gülistanlık olan hava öğeleden sonra bir bozuyor ki bozuş o bozuş... Ondan sonra bardaktan boşanırcasına yağmur altında deniz keyfi.. Onun da tadı ayrı tabi.


Varadero'da bir güneşli bir yağmurlu geçen 3 günün ardından da ayrılık vakti gelip çattı tabi. Otelin güvenlik görevlisinin bir arkadaşı olan taksiciyle uzun soluklu bir pazarlık sonrası havaalanı transferini de 80 cuc'a ayarladık. Üstelik finali eski bir Amerikan arabasıyla yapacaktık:) 
Şimdi fark ettim ki puro ile ilgili hiçbir şey yazmamışım:) Biz Vineales Vadisinde bir tütün çiftliğine gidip puro sarımını orada izledik. Ama siz eski Havana'daki Partagas Tütün Fabrikasını da gezebilirsiniz. Biz fabrikanın açık zamanını yakalayamadığımız için gezemedik. 

Yine eski Havana'da bulunan Havana Club Müzesini gezebilir, romun tüm aşamalarını görebilir ve ilk elden çok ucuza satın alabilirsiniz. 

Bize söylenen, Küba'dan kişi başı 25 puro ve 2 şişe alkol çıkartılabildiğiydi. Ama bagajlarımız Küba çıkışında hiç kontrol edilmedi, bilginize;) İkinci bir kez gidersem kesinlikle 2 şişe sınırlamasıyla kalmayacağımı biliyorum. Çünkü Türkiye'de aynı şişeye tam 7 kat fazla para ödüyorsunuz. Bir şişe romu Küba'dan 10 TL'ye alabiliyorsunuz. Purolar ise ateş pahası. Biz Havana'da kaldığımız ev sahibinin ayarladığı purolardan aldık ve oldukça ucuza geldi. 

Size şimdiden bol purolu, mojitolu ve salsa dolu tatiller diliyorum...

Bir sonraki gezide buluşmak üzere;)